Başvuru No : 45651/04
Karar Tarihi : 10.03.2009
USUL
Temel Conta Sanayi ve Ticaret A.Ş. (başvuran) tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine, 26 Kasım 2004 tarihinde İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Sözleşme’nin (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – AİHS) 34. maddesi uyarınca yapılan 45651/04 numaralı başvuru sonucu bu dava görülmektedir.
Başvuran Avrupa İnsan hakları Mahkemesi (AİHM) önünde İzmir Barosu avukatlarından S.A. Limoncuoğlu tarafından temsil edilmektedir.
OLAYLAR
I. DAVANIN KOŞULLARI
Başvuran Temel Conta Sanayi ve Ticaret A.Ş. anonim bir şirket olup merkezi İzmir’de bulunmaktadır.
A. Arazilerin edinimi, mülkiyet değişikliği ve parsellerin birleştirilmesi
23 Mart ve 13 Nisan 1979 tarihlerinde, o dönemdeki adı Temel Çelik Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi olan başvuran, satış senedi karşılığı İzmir Kemalpaşa Ulucak köyünde bulunan, 1943 ve 1942 parsel numaralarıyla kayıtlı « tarla » vasıflı sırasıyla 13.160 ve 7.540 m2’lik iki arazinin mülkiyetini edinmiştir.
Başvuran, 1981 yılında gerekli ruhsatları aldıktan sonra ihtilaflı arazi üzerinde bir fabrika inşa etmiştir. İnşa edilen binalar 3710 m2 kapalı alan, 4500 m2 açık alan ve 16 m2 lik bir kulübeden oluşmaktadır.
1993 yılında, başvuranın yasal adının değişmesi sonrasında tapu kayıtları da düzeltilerek, 1943 ve 1942 numaralı parseller için yeni bir tapu senedi düzenlenmiştir.
2 Haziran 1997 tarihinde, şehir planlaması ve yeni imar uygulaması kapsamında 1942 ve 1943 numaralı parseller birleştirilmiş; toplam yüzölçümü 20700 m2 olan bir bölüm ise karşılıksız bir şekilde ortak alana dönüştürülmek üzere ayrılmıştır. Arazinin geri kalan bölümü (17318 m2) tapu kayıtlarında 515 ada ve 2 parsel numarasıyla başvuran adına kaydedilmiştir. Birleştirme işlemine tabi tutulmayan 1142 m2 lik bir alan ise 1942 parsel numarasıyla kaydedilmiştir.
Öte yandan, 5 Kasım 1997 tarihinde, başvuran şirket aynı köyde bulunan ve başka bir anonim şirkete ait olan (Matak Makina Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi) 1941 parsel numarasıyla kayıtlı 9820 m2 lik « tarla » vasıflı araziyi yine bir satış senedi karşılığı satın almıştır. Satışı yapan bu anonim şirket de bu arazinin mülkiyetini 23 Mart 1979 tarihinde bir satış senedi karşılığı edinmiştir.
B. Başvuranın arazilerini « orman arazisi » olarak vasıflandıran yargılama
16 Eylül 1993 tarihinde, 95 Nolu Orman Kadastro Komisyonu 1941, 1942 ve 1943 numaralı parseller üzerinde bir değerlendirme gerçekleştirmiştir. Komisyon, söz konusu arazilerin kökeninin 1948-1949 yıllarında yapılan çalışmalar sonrasında ormanlık alan içerisine dahil edildiğini, ancak arazinin orman vasfını tamamen kaybettiğini ve daha sonra ( 31 Aralık 1981 tarihinden önce) tarlaya dönüştüğünü ve bu nedenle 6831 sayılı orman kanununun 2/B maddesine uygun olarak hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan taşınmazlardan olduğunu tespit etmiştir.
21 Nisan 1994 tarihinde, Kavaklıdere köyü muhtarı 95 Nolu Orman Kadastro Komisyonu tarafından hazırlanan kırk sekiz sayfalık tutanak ile yedi haritayı köy kahvesinin ilan tablosuna asmıştır.
7 Kasım 1997 tarihinde, hazine tarafından açılan davalar sonrasında başvuran (1942 ve 1943 numaralı parseller için) ve Matak Makina Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi ( 1941 numaralı parsel için ) Kemalpaşa Asliye Hukuk Mahkemesi’nde Komisyon kararının iptali talebiyle dava açmıştır.
13 Ekim 2000 tarihinde mahkeme, kadastro komisyonunun arazilerin kökeni ve 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2/B maddesinin uygulanmasına ilişkin kararını benimseyerek başvuran ve diğer davacının taleplerini reddetmiştir (dava no 1997/651).
Yargıtay, 11 Aralık 2001 tarihinde temyiz edilen kararı onamıştır.
29 Nisan 2002 tarihinde Yargıtay, başvuran ve diğer davacı tarafından yapılan kararın düzeltilmesi talebini reddetmiştir.
C. Başvurana ait tapu senedinin iptali ve arazinin tapu kayıtlarına Hazine adına kaydedilmesine ilişkin yargılama
Hazine, 25 Ağustos 1997 tarihinde (yeni imar planı uygulanmasından sonra 515/2 ve 1942 numaralı parseller olarak tanımlanan) 1942 ve 1943 numaralı parsellerin tapu kayıtlarında başvuran adına gözüken tapu kayıtlarının iptali ve taşınmazların Hazine adına tescili için Kemalpaşa Asliye Hukuk Mahkemesi’nde iki ayrı dava açmıştır. Bu iki dava mahkeme defterinde 1997/463 ve 1997/473 numaralı davalar olarak kayıt altına alınmıştır.
Aynı gün, Hazine yine aynı mahkemede1941 numaralı parselle ilgili olarak Matak Makina Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi aleyhine benzer bir dava açmıştır. Başvuran yararına gerçekleşen satış işlemi sonrasında, 1941 numaralı parselle ilgili dava başvuran aleyhine yönlendirilmiştir.
6 Haziran 2003 tarihinde, 515/2 ve 1942 numaralı parsellerle ilgili iki dava 1997/463 sayılı dava kapsamında birleştirilmiştir.
Aynı gün, Asliye Hukuk Mahkemesi taşınmazların orman arazisi oldukları ve 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2/B maddesinin uygulanması gerektiği yönünde daha önce verilen karara dayanarak, Hazinenin talebini haklı bulmuştur. Mahkeme, sınırlandırmadan sonra 1948 tarihli orman tahdit tutanağında arazilerin orman sayılan yerlerden kabul edildiğini; 1993 yılında 95 Nolu Orman Kadastro Komisyonu’nun arazinin orman vasfını kaybettiğini ve Hazine adına orman sınırları dışına çıkarıldığını tespit ettiğini, ancak yanlışlıkla tapu kayıtlarının Hazine lehine değiştirilmediğini kaydetmiştir. Mahkeme, 515/2 (17313 m2) ve 1942 (1142 m2) numaralı parseller için başvurana ait tapu kayıtlarının iptaline ve arazinin Hazine adına kaydedilmesine karar vermiştir. 1941 numaralı parselle ilgili olarak mahkeme, toplam 9280 m2 lik alanın 4 974 m2 lik bölümü için yine aynı yönde karar vermiştir.
Yargıtay, temyiz edilen kararı 2 Mart 2004 tarihinde onamıştır.
27 Mayıs 2004 tarihinde başvuran tarafından 1941 numaralı parsel için yapılan karar düzeltilme talebi reddedilmiştir. 515/2 ve 1942 numaralı parseller için 7 Temmuz 2004 tarihinde yapılan karar düzeltme talebi de yine aynı şekilde reddedilmiştir.
HUKUK
I. 1 NOLU EK PROTOKOLÜN 1. MADDESİNİN İHLÂL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran şirket, araziye ait tapu senetlerinin, kamu yararına olmadığı halde hiçbir tazminat ödenmeksizin iptal edilerek Hazine adına kaydedilmesinin 1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesi anlamında mülkiyet haklarına karşı orantısız bir ihlâl oluşturduğunu savunmaktadır :
A. Kabul edilebilirliğe ilişkin
Hükümet, ratione materiae yetkisizlik, iç hukuk yollarının tüketilmemesi ve altı ay kuralına riayet edilmemesiyle ilgili üç kabul edilemezlik itirazı yapmaktadır.
1. Hükümetin konu bakımından (ratione materiae) yetkisizlik itirazı hakkında
AİHM’nin konuyla ilgili içtihadına atıfta bulunan Hükümet (bakınız, diğerleri arasından, Türkiye aleyhine Özden vd davası (no 1), no 11841/02, 3 Mayıs 2007), başvuranların 1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesi anlamında icra edilebilir cari herhangi bir alacaktan söz edebilmek için ne « mevcut malları » ne « meşru bir beklentileri » olabileceğini savunmaktadır.
Hükümet, bir arazinin itiraz olmaksızın kamulaştırıldığı veya önceden devlete ait olduğu durumlarda özel kişiler adına kaydedilemeyeceğini vurgulayan 6831 sayılı kanunun 2/B maddesindeki hükümleri hatırlatmaktadır. Hükümetin kanaatine göre başvuran, söz konusu 2/B maddesinin uygulanmasına karşı açtığı itiraz davası ilgili mahkemece reddedildikten sonra hâlâ meşru bir beklentiye sahip olamaz.
Hükümetin argümanlarına itiraz eden başvuran şirket, 1979 yılından 2004 yılına kadar ihtilaflı arazinin sahibi olduğunu ve bu durumu kamu yetkililerinin de kabul ederek hiçbir müdahalede bulunmadığını, dolayısıyla bu arazileri rahatça kullandığını ve yasal ruhsatlar alarak bu araziler üzerinde binalar inşa ettiğini ileri sürmektedir. Diğer taraftan başvurana göre, eğer söz konusu tapu senetleri bu dönem içerisinde geçerli olmayıp, kendisine mülkiyet hakkı vermeseydi, bunların iptali için yargı yoluna başvurmaya lüzum kalmazdı.
1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesi anlamında bir mülkün mevcudiyeti hakkında AİHM, Hükümetin tezine katılmamaktadır. AİHM, başvuranın ayrıca 1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesi anlamında mülkiyet hakkının ihlâl edildiğinden de şikâyetçi olduğunu ve dolayısıyla mevcut davadaki durumun Hükümetin atıfta bulunduğu davalardan farklı olduğunu kaydetmektedir. AİHM, arazinin doğası hakkında verilmiş kesin bir mahkeme kararı bulunmasına rağmen, iç hukuka göre başvuranın, tapu kayıtları Hazine lehine iptal edilene kadar arazilerin yasal sahibi olduğu konusunda bir ihtilaf bulunmadığını, bu nedenle yine iç hukuk gereğince tapu iptalinin ve arazinin Hazineye devrinin kesinleşmesi için yeni bir yargılama yapılması gerektiğini tespit etmektedir. Bu itibarla AİHM, Hükümetin bu iddiasını reddetmektedir.
2. Hükümetin iç hukuk yollarının tüketilmediği iddiası hakkında
Hükümet, aynı zamanda başvuranın iç hukuk yollarını tamamen tüketmediğini ileri sürmektedir. Hükümet, başvuranın önünde iki itiraz yolunun bulunduğunu, ancak bunları kullanmadığını savunmaktadır. Hükümete göre başvuran önce tapu kayıtlarında meydana gelen yanlışlıklardan devletin sorumlu olduğunu kaydeden Medeni Kanun’un 1007. maddesine dayanarak bir tazminat davası açabilirdi. Diğer taraftan başvuran, Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri çerçevesinde bir tazminat talep edebilirdi. Bu konuda Hükümet, özellikle tapu kayıtlarının düzgün tutulmasında devletin objektif sorumluluğu ile ilgili ulusal içtihada atıfta bulunmaktadır.
Başvuran, AİHM’nin konuyla ilgili içtihadına (Türkiye aleyhine Doğrusöz ve Aslan davası, no 1262/02, 30 Mayıs 2006) atıfta bulunarak, mülkiyet hakkıyla ilgili mevcut tüm iç hukuk yollarını tükettiğini ileri sürmektedir.
Başvuran şirketin tapu senetleri iptal edildikten sonra, Türkiye aleyhine Turgut ve diğerleri davasında örnek olarak gösterildiği gibi Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri çerçevesinde veya Medeni Kanun’un 1007. maddesine dayanarak tazminat isteme imkânına ilişkin AİHM, AİHS’nin 35/1 maddesinin getirdiği yükümlülüğün etkin, yeterli ve erişilebilir sayılabilecek itiraz yollarının normal bir biçimde kullanılmasıyla sınırlı olduğunu hatırlatmaktadır (İtalya aleyhine Sofri ve diğerleri davası (karar), no 37235/97, CEDH 2003 VIII). AİHS, sadece ihlalle doğrudan ilgili, etkin ve ulaşılabilir iç hukuk yollarının kullanılmasını gerekli kılmaktadır. Bu itirazların etkin ve istenilen erişilebilirlikte olması için, yalnızca teorik olarak değil aynı şekilde uygulamada da yeterli derecede mevcut olması gerekmektedir (Türkiye aleyhine Akdivar ve diğerleri davası, 16 Eylül 1996, prg. 66, Karar ve hükümlerin derlemesi 1996 IV).
Bu durumda AİHM, Hükümet tarafından ileri sürülen kararlarda ulusal mahkemelerin iyi niyetli tapu sahiplerini zarara uğratan tapu sicili kayıtlarının bir devlet memurunun hatasıyla olmasa bile yine de bir « yanlışlık » sonucu oluşan bir durum olarak kabul ettiğini; oysa mevcut durumda, başvuranın tapularının herhangi bir yanlışlık veya hata sonucu iptal edildiğini gösteren hiçbir kanıt bulunmadığını kaydetmektedir. İhtilaflı arazilerin 1979, 1993 ve 1997 yıllarında başvuran şirket tarafından satın alındığı ve/veya diğer ilgililerin bu arazileri kendisine devrettiğini ve ulusal mahkemelerin başvuranın tapularını devlet memurlarının hatalı işlem yapmaları dolayısıyla değil, bu konuda yürürlükte olan yasa hükümleri gereğince iptal ettikleri konusunda tarafların herhangi bir itirazı bulunmamaktadır.
Öte yandan, iki tarafın da ileri sürdüğü içtihat ışığında AİHM, daha önce orman alanı vasfını taşıyan ancak (31 Aralık 1981 tarihinden önce, 6831 sayılı yasanın 2/B maddesi anlamında) bu özelliğini kaybetmiş olan bir arazinin herhangi bir kimse tarafından edinilmesini yasaklayan iç hukuk hükümleri göz önüne alındığında, Hükümetin böyle bir itiraz yolunun ne derece etkili, yeterli ve erişilebilir olduğunu gösteremediği kanaatine varmaktadır.
Son olarak AİHM, bu durumda yıllarca söz konusu arazilerin vasfı ve tapu senetlerinin geçerliliği ile ilgili kararların çıkmasını bekleyen başvurandan tazminat almak adına yeniden dava açmasını istemenin uygun olmayacağı kanaatine varmaktadır (bakınız, mutatis mutandis, Fransa aleyhine Guillemin davası, 21 Şubat 1997, prg. 50, Derleme 1997 I).
Bundan dolayı AİHM, bu itirazı da reddetmektedir.
3. Hükümetin altı ay kuralına riayet edilmediği iddiası hakkında
Hükümet, altı ay kuralına riayet edilmediğini ileri sürmektedir. İlk önce ihtilaflı arazilerin 1948 ve 1953 yıllarında devletleştirildiğini ve mülk sahipleri itiraz etmediğinden bu yönde alınan kararların kesinleştiğini kaydeden hükümet, ayrıca başvuran şirketin kadastro komisyonunun 1997/651 sayılı hukuki işlemle arazinin orman vasıflı olduğu yönündeki kararına da itiraz etmediğini savunmaktadır. Son olarak hükümet, başvuranın tapu senetlerinin iptali davasını gören mahkemenin arazinin vasfıyla ilgili verilecek kararı beklediğini ve böyle bir karardan sonra tapuların iptal edileceğini gayet iyi bildiği halde dava dilekçesini arazinin vasfıyla ilgili 29 Nisan 2002 tarihli ulusal mahkeme kararından itibaren tanınan altı aylık süre içerisinde sunmadığını iddia etmektedir.
Başvuran, Hükümetin argümanlarına itiraz etmektedir. Başvuran, ulusal mahkemenin arazinin vasfıyla ilgili verdiği kararın tapu senetlerinin iptali üzerinde doğrudan etkili olmadığını, zira mülkiyet hakkını ancak söz konusu tapu senetlerinin iptaliyle ilgili son yargı kararlarından sonra kaybettiğini savunmaktadır.
AİHM, iç hukuka göre iptal edilene ve Hazineye devredilene kadar başvuranın tapu senetlerine doğru ve gerektiği şekilde sahip olduğuna herhangi bir itiraz bulunmadığını ve mülkiyet hakkını elinden alan son kararların Yargıtay’ın 27 Mayıs ve 7 Temmuz 2004 tarihli kesin kararları olduğunu kaydetmektedir (bakınız, mutatis mutandis, Türkiye aleyhine Börekçioğulları (Çökmez) ve diğerleri davası (karar), no 58650/00, 13 Ocak 2005). AİHM, dava dilekçesinin 26 Kasım 2004 tarihinde, yani son kesin karar tarihlerinden itibaren başlayan altı aylık sürenin içerisinde sunulduğunu kaydetmektedir. Bu itibarla, Hükümetin altı aylık süreye riayet edilmediği yönündeki itirazları reddedilmelidir.
4. Sonuç
AİHM, dava dilekçesinin AİHS’nin 35/3 maddesi anlamında açıkça dayanaktan yoksun olmadığını ve başka bir kabul edilemezlik gerekçesi bulunmadığını kaydetmektedir. Bu itibarla, şikâyetin kabul edilebilir ilan edilmesi uygun olacaktır.
B. Esasa ilişkin
1. Tarafların argümanları
a) Başvuran
Başvuran, ihtilaflı arazileri iyi niyetli bir şekilde o dönemin tapu kayıtlarına güvenerek satın aldığını ve söz konusu arazilerin üzerine yasal ruhsatları alınmış binalar inşa ettiğini ileri sürmektedir. Başvurana göre, tapu kayıtlarının düzgün tutulması ve bu alandaki diğer belgelerle uyumlu olması devlet yetkililerinin sorumluluğundadır. Başvuran ayrıca, herhangi bir kamu yararı bulunmamasına ve iç hukuk hükümlerinde böyle bir gereklilik olmamasına rağmen, 1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesinde öngörülen mülkiyet hakkının elinden alındığını iddia etmektedir.
b) Hükümet
Hükümet, ihtilaflı arazilerin başvuran adına satın alınıp tapu kayıtlarına işlenmeden çok zaman orman arazisi olarak vasıflandırıldığını ve her zaman devletin mülkiyetinde bulunduğunu, dolayısıyla başvuranın tapu senetlerinin hiçbir hukuki değer taşımadığını ileri sürmektedir. Hükümet ayrıca, başvuranın ihtilaflı arazilerin vasfıyla ilgili kararlara itiraz etmediğini hatırlatmaktadır.
2. AİHM’nin değerlendirmesi
AİHM, başvuranın 1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesinin ilk paragrafının ikinci cümlesi anlamında mülkiyetinden “yoksun bırakıldığını” ve dolayısıyla mülke saygı gösterilmesi hakkının ihlâl edildiğini tespit etmektedir (bakınız, mutatis mutandis, Romanya aleyhine Brumărescu davası [GC], no 28342/95, prg. 77, CEDH 1999 VII).
AİHM önce başvuranın söz konusu mülkün edinilmesinde gösterdiği iyi niyetin tartışılamayacağını ve ayrıca Kemalpaşa Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından verilen (başvuranın arazilere orman vasfı getiren kararın düzeltilmesi talebinin reddedilmesiyle 29 Nisan 2002 tarihinde kesinleşen) 13 Ekim 2000 tarihli kararlara rağmen başvuranın (veya 1941 numaralı parsel için başvuran şirkete devredildiği tarihe kadar Matak Makina Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketinin), tapuları Hazine lehine iptal edilene kadar iç hukukun öngördüğü tüm sonuçlarla birlikte ihtilaflı mülkün yasal sahibi sayıldığını tespit etmektedir. Başvuranın, iç hukuka göre tüm sonuçlarıyla birlikte mülklerin meşru sahibi olduğunu ve tapu siciline kayıtlı olan mülklerinin ve mülkiyet hakkının tartışmasız kanıt belgesi olarak kabul edilen tapu senetlerinin “yasal güvence” altında bulunduğunu sandığı anlaşılmaktadır.
AİHM, adli yargı kararlarıyla başvuranın mülklerinin elinden alındığını kaydetmektedir. Başvuranın arazilerin vasfı ve mülkiyet hakkıyla ilgili karara yaptığı itirazlara rağmen, ulusal mahkemeler, sonuçta iç hukuk hükümleri uyarınca ve eskiden ormanlık alan olarak vasıflandırılan arazilerin 6831 sayılı yasanın 2/B maddesi gereği Hazine lehine orman sınırları dışına çıkarıldığını öne sürerek başvuranın tapu senetlerini iptal etmiştir. Ulusal mahkemelerin gerekçeleriyle ilgili olarak AİHM, başvuranlara dayatılan bu mahrumiyetin amacının, yani tabiat ve ormanların korunması konusunun, 1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesinin ilk parargrafının ikinci cümlesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiği kanaatindedir (bakınız, mutatis mutandis, Yunanistan aleyhine Lazaridi davası, no 31282/04, prg. 34, 13 Temmuz 2006 ; Türkiye aleyhine Ansay ve diğerleri davası (karar), no 49908/99, 2 Mart 2006). Bu konuda AİHM, AİHS hükümleri arasında münferiden çevreyi korumaya yönelik özel bir düzenleme bulunmamakla beraber, (Yunanistan aleyhine Kyrtatos davası, no 41666/98, prg. 52, CEDH 2003 VI (alıntılar)), bugünkü toplumların çevreyi eskisinden daha fazla koruma gayretinde olduklarını hatırlatır (İsveç aleyhine Fredin davası (no 1), 18 Şubat 1991, prg. 48, seri A no 192).
AİHM, çevrenin korunmasıyla ilgili çok sayıda davaya baktığını ve konunun büyük önem taşıdığını kaydetmektedir (bakınız, örneğin, Türkiye aleyhine Taşkın ve diğerleri davası, no 46117/99, CEDH 2004 X, İspanya aleyhine Moreno Gómez davası, no 4143/02, CEDH 2004 X, Rusya aleyhine Fadeïeva davası, no 55723/00, CEDH 2005 IV, ve İtalya aleyhine Giacomelli davası, no 59909/00, CEDH 2006 …).
Tabiat ve ormanların, daha genel anlamda çevrenin korunması kamu vicdanında ilgili makamların sürekli ilgi ve desteğini gerektiren bir değer olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle Devlet bu konuyla ilgili yasalar çıkarmış ise, ekonomik zorunluluklar ve mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklar, çevrenin korunmasıyla ilgili değerlendirmeler karşısında öncelikli olmamalıdır (Belçika aleyhine Hamer davası, no 21861/03, prg. 79, CEDH 2007 … (alıntılar)).
Bununla birlikte, mülkiyetten mahrum edilme durumunda, ihtilaflı müdahalenin istenilen doğru dengeyi sağlayıp sağlamadığını ve özellikle başvuran üzerinde orantısız bir yük oluşturup oluşturmadığını belirlemek için, iç hukukta öngörülen tazminat düzenlemelerini dikkate almak gerekmektedir. Bu konuyla ilgili olarak AİHM daha önce de söylediği gibi, mülkün gerçek değerine göre makul kabul edilebilecek bir tazminat ödemeden mülkiyetten mahrum bırakmanın 1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesi bakımından aşırı zarar oluşturduğunu ve hiç tazminat ödenmeden mahrum bırakmanın ise ancak istisnai durumlarla haklı bulunabileceğini kaydetmektedir (Yunanistan aleyhine Nastou davası (no 2), no 16163/02, prg. 33, 15 Temmuz 2005 ; Almanya aleyhine Jahn ve diğerleri davası [GC], no 46720/99, 72203/01 ve 72552/01, prg. 111, CEDH 2005 VI ; Yunanistan aleyhine Manastır Azizleri davası, 9 Aralık 1994, prg. 71, série A no 301 A ; Türkiye aleyhine N.A. ve diğerleri davası, no 37451/97, prg. 41, CEDH 2005 X ve Turgut ve diğerleri, ilgili bölüm, prg. 91 ve 92). Mevcut davada, başvuran mülklerinin Hazinene devredilmesine karşılık hiçbir tazminat almamıştır. AİHM, Hükümetin hiçbir tazminat ödenmemesini haklı gösterecek herhangi bir istisnai duruma atıfta bulunmadığını tespit etmektedir.
Dolayısıyla AİHM, başvurana hiçbir tazminat ödenmemesinin, kamu yararı ile temel insan haklarının korunması arasında oluşturulması gereken doğru dengeyi başvuran aleyhine bozduğunu kaydetmektedir.
Bu itibarla, 1 Nolu Ek Protokolün 1. maddesi ihlâl edilmiştir.
II. AİHS’NİN 41. MADDESİ’NİN UYGULANMASI HAKKINDA
Başvuran şirket arsa değeri için 1.757.000 Euro ve inşaat değeri karşılığında 1.340.000 Euro olmak üzere toplam 3.097.000 Euro maddi tazminat talep etmektedir. Başvuran taşınmazın değeri ile ilgili olarak Kemalpaşa organize sanayi bölgesinin merkezinde yer alan 23.429 m2’lik imara açık bir arazinin sözkonusu olduğunu belirtmektedir. 2004 yılı verilerine göre m2 satış değeri 70 Euro’dur. Başvuran şirket 3710 m2’lik kapalı alan, 4.500 m2’lik üstü açık alan ve 16 m2’lik kulübeden oluşan inşaatların m2 değerinin 300 Euro olduğu açıklamasında bulunmaktadır.
Başvuran temsil gider ve masrafları için maddi tazminat taleplerinin %10’una tekabül eden 309.700 Euro talep etmektedir. Başvuran bu bağlamda 12 Eylül 2004 tarihinde yapılan avukatlık sözleşmesini dosyaya eklemektedir.
Hükümet AİHM’yi bu talepleri reddetmeye çağırmaktadır. Hükümet ihtilaf konusu taşınmazların aslen ormanlık arazi olarak vasıflandırıldığını, fakat yanlışlıkla başvuranın bu taşınmazları ediniminden evvel özel mülkiyet olarak tescil edildiklerini savunmaktadır. Bu koşullarda başvuran şirket bu durumun telafi edilmesi amacıyla iç hukuktaki mahkemelere başvurmalıdır. Hükümet ayrıca başvuranın 1941 parsel numaralı taşınmazın niteliğine getirilen kısıtlamanın bilincinde olduğunu, bu durumun 5 Kasım 1997 tarihinde düzenlenen satış sözleşmesiyle de saptanabileceğinin altını çizmektedir.
Mevcut dava koşullarında Savunmacı Devlet ile başvuranlar arasında olası bir uzlaşma ihtimalini göz önünde bulunduran AİHM, 41. maddenin uygulanmasının bu aşamada saklı tutulmasının uygun olacağına kanaat getirmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK, MAHKEME OYBİRLİĞİYLE,
1. Başvurunun kabul edilebilir olduğuna;
2. AİHS’ye Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3. AİHS’nin 41. maddesinin uygulanması hususunun bu aşamada uygulanmayacağına ve sonuç itibarıyla;
a) saklı tutulmasına;
b) Hükümetin ve başvuranların AİHS’nin 44/2 maddesine uygun olarak mevcut kararın kesinleşmesinden itibaren üç ay içinde bu mesele hakkındaki görüşlerini yazıyla kendisine bildirmeye ve bilhassa aralarında varacakları her türlü uzlaşmadan kendisini haberdar etmeye davet edilmesine;
c) sonraki sürecin saklı tutulmasına ve gerektiğinde daire başkanının izlenecek süreci belirlemeye yetkili kılınmasına;
KARAR VERMİŞTİR.
Yorum yazabilmek için oturum açmanız gerekir.